19 Ağustos 2016 Cuma

Bırakın Fileleriniz Havalansın!

Nasıl başladı biliyor musunuz? Açıkçası biraz evvel zamana gitmek gerekir fakat o kadar zamanınızı almayacağım. Socrates dergisinin 2015 Haziran sayısında Uğur Meleke'nin yazısıyla adeta büyülendim. Bir arka sayfaya geçmeye elim varmadı. Çünkü tadı damağımda kalmıştı. 1 kez daha okudum, bir kez daha...

Belki sıradan bir konu içerikliydi, kimilerine göre. Lakin benim için çok özeldi.Ve dergiyi bir kenara bırakarak neden Uğur Bey'e mail atmıyorum ki dedim. 15 dakika içinde dolu dolu bir sayfalık mail yazmıştım. Nasıl olsa geri dönüş olmayacak diyerek fazla da umutlanamadım.
Üzerinde 7-8 saat geçmesine rağmen kısa ve öz bir cevap yazmıştı bana. Evet, hep spor ile iç içe oldum. Profesyonel hayatım yanı sıra oynadım, izledim ve artık elime kalemi almaya başladım. 
Bitti denildiği anda hep yeni bir alternatifle zorladım. Şimdi mi?

200. yazımı sizlere bırakıyorum. Bu sefer biraz benden, kabul! Yazılarım hakkında her zaman başkaları tarafından bir köşede duran "kuşku bulutu" misali yaklaşıyorlardı. Esasında "başkalarını" umursadığım sürece kendin olamazsın mantığıyla yazmaya devam ettim. Israrla! 


Uğur Meleke'nin bana yazdıklarının içinde hep yazmam gerektiğini ve hatta kendine ait bir blog hazırlayarak ana akım medyada yer bulabileceğimi söyledi.
15 ay geçti ve 200 sayı yazarak ilk hedefime bu önerisiyle ortak oldum. Aslında hep futbol, basketbol, bisiklet ve tenis üzerinde yoğunlaştım. Çünkü bu konularda tam olarak hakimdim. Gerçeği söylemek istersem gizli kalmış ilgi alanlarım da var. Her ne kadar mazi de kalsa da Formula 1 bunlardan başı çekiyor.

Brezilyalı efsanevi yarışçı Ayrton Senna; 80'lerin ortasında başlayan Formula 1 kariyeri bu sporu seven, sevmeyen herkesi ekrana kilitliyordu. Senna azimle ve fazla sinir bozucu sakinliğiyle rakiplerinin teker teker alt ediyordu.
Fazlasıyla merhametli, utangaç ve de bir o kadar da koca yürekli ( Ülkesine milyonlarca bağışta bulunan) bu adam 1994 yılında yarış esnasında virajı alamayıp beton duvara çarpan Senna, direksiyondan kopan bir parça kaskını delerek başına saplanması sonucu pistte yaşam savaşı verdi.

Biraz biraz da Formula 1'de seyircilerin kopmasına neden oldu. Öyle sporcular var ki insanı hayata bağlayabiliyor ya da koparabiliyor. 


Bir de neden bu kadar çok futbol tutkunu olduğumu sorgulamadım. Ailem bunun için biçilmiş kaftandı. Bilhassa da babam tam bir "demokrasi" adamıydı. Hiçbir zaman kendi tuttuğu takımı desteklemek için zorlamadı. Keyif almak önemliydi onun için. 
İşte tam bu sırada; 2011 yapımı Will (Babam İçin) filmi 25 Mayıs 2005 tarihinde İstanbul'da oynanacak Liverpool - Milan Şampiyonlar Ligi final maçını izleyebilmek için hayaller kuran küçük bir çocuk olan Will'in babasıyla birlikte İstanbul biletlerini almasıyla başlar hikaye.

Ne var ki yolculuğa kısa bir süre kala babasını yaşamını yitirir. İçindeki Liverpool tutkusuyla, hayallerin peşinden koşmaya başlar. Okuldan kaçar ve Paris'te eski futbolcu Alek'le yolları kesişir. Bir süre sonra fenomen olmaya başlayan Will, dünyanın hemen her yerinden destek görmeye başlar. 

İstanbul'a geldiklerinde asla vazgeçememenin simgesi haline gelir. Elinizden tutan ve destekleyen bir parçanız varsa yolun yarısına gelmişsiniz demektir. 
Gelelim Filesine Kavuşmayan Top'a...
Kimi zaman sporcularla/spor yazarlarıyla röportaj yapma imkanım oldu. Socrates Dergisine yazma fırsatı dahi buldum. Bırakmadım! 

Ve şimdi geçen zamana bakınca daha sıkı tutunuyorum. Hiçbir zaman "sen kızsın ne anlarsın demeyip" yanımda olan babam ve abime, ılımlı yaklaşan anneme de teşekkürlerim az kalır. Uğur Meleke'nin bana son yazdığı cümle ile veda etmek isterim. 
Spor sevginizin hiç bitmemesi dileğiyle...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.